Seni Nasıl Sevdiklerini Mi?

14:22 2 Comments

76 tane kitap alıp kitaplığıma yığalı çok uzun zaman oluyor, oturup bakıyorum, aylardır ne kitap okumuşum, ne kalem oynatmışım, ne de çay seven bütün entellektüelimsi bloggerlar gibi indiğim duraktan evime yürürken hayatın kompleksliğiyle ilgili şeyler düşünüp ruhumun acayip yerlerini uyarmışım. Bukowski'nin (evet biliyorum hepiniz okudunuz Bukowski'yi ama Bukowski dedik artık bir kere) on yıl boyunca yazmaya ara vermesi ve ardından Güle Güle Watson, Kötü Bir Şehir gibi on yıl boyunca biriktirdiği gündelikleri lakırdı edercesine yazması, benim kısa metrajlı festival tipi film versiyonunu deneyimlediğim süreçten pek farksız değil. Alın elinize Ekmek Arası'nı, açın okuyun, arkasından soğutmadan Sıradan Delilik Öyküleri'nden rastgele bir öyküye geçin, ('Tecavüz!' gibi) neyden bahsettiğimi açıkça göreceksiniz.

Yaratmayı -sanattan saksıdaki çiçeğe kadar- vücudumuzun içinde olduğundan ellerimize alıp mıncıklayarak tanımlayamadığımız düşünce ve hisleri duyularıyla algılayabilmek için kodunu bildiği bir şeye dönüştürmesi, yazması, çizmesi ve kendinden çıkanı anlaması olarak görüyorum ben. Sürekli açık olan algılarımızla duyduğumuz, gördüğümüz milyonlarca şeyi alırken kabaca filtreden geçirdikten sonra hâlâ karmakarışık olan bilgileri kağıda döküp anlamlı bir metin haline getiriyor, yahut fırçamızla yeni bir duyguyu renklendiriyoruz. İnsanın kendinden saçılanla oynaması, bitmek bilmeyen bir hakimiyet arzusunun sonucu.

Sanatın bir ucundan tutan herkes bana katılacaktır ki, bu çoğu zaman işinizin aksaması, dersinizi dinleyememeniz, genel olarak fiziksel dünyadan kopmanız anlamına gelir. Fikirler ve adına her sabah kalktığımız, yapmamız gerektiği için yaptığımız şeylerin olduğu 'gerçek' dünya, birbirinden beslenmekle birlikte bambaşka evrenlerdir. Fikirler, ezeli bir durağanlık gösterirken, gerçek dünyanın dinamiği ertesi gün ölmeyi ve yarına kadar yürümeyi gerektirir. Fikirlerin evrenini kurcaladıkça, akıp giden hayattan uzaklaşırsınız; hayaller kurar ve bir fikirler bütünü olarak dolaşırsınız, fakat gerçek hayat yüksek seslidir ve çok yürürseniz ayaklarınız şişer.

Çevrenize bakın. Üniversiteye henüz giren ya da girecek olan insanların çift anadal yapmak, -yurtdışında olması muhtemel- bir üniversitede başka bir dalda yüksek yapmak gibi hayalleri olduğunu görürsünüz. Hele ki birkaç yıl sonra elinize alacağınız, hep hayalini kurduğunuz mesleğiniz okuduğunuz bölümse. Öyle bir şeydir ki hayalinizi kurduğunuz adam olacağınızı bilmek... Tahsil hayatı, ruhunuzun acayip yerlerini uyaran bir 'fikir' alemidir, sürekli bir hayaldir ve yaşınız itibariyle -conconlar alınmasın- parasız kaldığınız, üç kuruşun hesabını yaptığınız, evinizden çok uzakta ishal olduğunuz için gerçek dünyayla öylesine iç içedir ki; insan ruh gibi dolaşırken ayakları şişebilir. İhtisas vakti gelince ise çok azı bu arafta kalır; kalmayı seçenlerin çoğu 'ulan şu master öncesi bi işe gireyim bir sene falan çalışayım paramı çıkartayım' laflarının üzerine çalışmaya başlar ve bir daha da herhangi bir okula adımlarını atmazlar; yazar kasalarıyla çok mutludurlar ki olur da evlenirlerse, her gece iki sayfa okudukları kitapları da tozlanmak üzerine raflara yığılır.

Gerçek dünyanın dinamiği de, fikirlerin mükemmel esnekliği de çok çekicidir ve insanı statiğine göre kendine çeker. İnsan her geçen günün posasını sıktıkça bir ona, bir ona savrulur, fakat bu posa damla damla birikir, öyle ki kişi ömrünün çoğunda tek bir evrende yaşayıp ölebilir. Herhangi birine sorun, lisede basketbol oynamıştır, bir ara gitar kursuna gitmiştir, askerde yazı yazmıştır; sonra bakın, şimdi ne yapmaktalar. Hangi boku daha çok dürtüklersen, onun gibi kokuyorsun.

Bir tarafta bir şeyler kaçırdıkça birikiyor, biliyorum. Acayip bir eğitim sistemine ayak uydurmak adına ne iki satır kitap okudum, ne iki kelime düşündüm, sadece otobüse bindim-indim. Kuş konmuş karşı komşunun balkonuna, aldım eve besliyorum sabahları cik cik ötüyor. Sistem oynadım, onun haricinde hep tek maçtan yattım, çay ocağına gittim; pastaneden peynirli poğaça aldım ve yedim. Buraları çok boşlamışım, çay ocağına bir dahaki gidişimde şiirli çaylı bir şey bloglayayım da, Cemal Süreya falan derken yeniden bulaşırım edebiyata, fikirlere.


Utku Aktaş

Bu benim blogum!.

2 yorum:

  1. Hoş geldin Utku. Uzun zamandır 'bizim hayvan Utku bir şeyler yazsa da okusak lan' kafasındaydım. Zaten ses seda yoktu senden. Öncelikle ara ara edebiyatın popüler kültür ve işleyişle bozulmasına dokundurmalar yapmışsın. Ben dahi alındım, ayıp değil tabii ama haklısın, ben de edebiyatın bir "çay, börek, boyoz" bilmemneyle sembolleştirilemez olduğu kanısındayım. Ulan Utku, ulan Utku. Çok sevindim gerçekten, sanki ben yazmışım gibi övünüyormuşum gibi oluyor ara sıra. Öte yandan sanatın kaçış kapısı olduğunu güzel anlatmışsın. (Sanılmasın alışveriş merkezlerindeki 'Exit' yazısının gösterdiği yer gibi demiyorum.) Tebrik ederim, harika bir yazı. Bir ara buluşalım, peynirli poğaça ısmarlayayım sana. Haydi öperler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Devrimciğim, sen ve çaylı blogun alınmayınız çünkü bu hepimizin karın ağrısı; amacım eleştirmek değildi fakat altını çizmek istedim o mevzunun. Poğaça olayını da buraya yazıyorum, unutmam alırım poğaçanı. Canımsın, iyi bak kendine.

      Sil