İçinde Bir Notla Körfeze Atılan Şarap Şişesi

17:12 0 Comments

Yol kenarında, denizin yedi blok gerisinde bir evimiz vardı. Öyle abuk bir yerdeydi ki, okul servisi akşamları beni evime bırakırken ben iki kere uyuyakalırdım. Servisin penceresi plastik parmaklıklı açık camına uzattığım alnımda kare kare izler oluşurdu. Hiçbir şey benim için önemli değildi, ailem bana -onlardan erken geldiğimden dolayı kapıcının evinde kalmamın gereksiz olduğunda karar kıldıkları zaman- apartmanın anahtarını verdiklerinde o evin küçük kuşu oluvermiştim. Büyülü bir şeydi, ilk günümde bolca gazoz ve gofretimsi fantastik pestilden yemiştim. Sonraları anahtarımı çok içeride unuttum ama teknik olarak kafesin kapağını nasıl açacağımı çözmüştüm.

Bir gün eve geldiğimde -ve apartmanların arasına sıkışmış merceklik manzarayı görmek için mutfağa girdiğimde- buzdolabının yerinde olmadığını görmüştüm. Acayip bir görüntüydü, bütün sebze meyve -bok püsür dışarıda yatıyordu. Salonda bilgisayarım yoktu. Ev boşaltılmıştı. Annemi aradım ve evden bir daha dönmemek üzere çıktık.

Arkamdan kapıyı kapattığımın ertesi günü yeni anahtarlar tutuşturulmuştu elime, okuluma beş dakika mesafede muazzam bir ikinci kattı, ara sokakta olduğundan etrafındaki bodur apartmanlarla izole bir alana sahipti. Öte yandan at yarrağı kadar büyük bir evdi, kesinlikle kocamandı ve eskiydi, parkeleri döşeme değil tek tek oyulmuştu ki bu büyük şehrin (her yerin lojman ya da portakal tarlası olduğu yıllarda bile hali hazırda kurulu olan yerleşkelerin aksine) sonradan yerleşime açılan bölgelerinde yapılan evlerde sık rastlanan bir şey değildi. Odamın balkonu taşlık bahçeye bakardı ve öylesi uzun bir koridoru vardı ki babam salondan odama gelene kadar iki posta atabilirdim. Evimizi sevmiştim, ilklerin eviydi; okuluma olan yakınlığı benim üzerimden büyük bir yükü kaldırmıştı ve arkadaşlarımla buluşabiliyordum. Kursum ve etüdüm için çok git gel yaptım, böylece ev kuşu olan ben sokağa çıkmalara böyle başladım. Dershaneye başlayacak yaşım geldiğinde kendi gidiş yolumu bile çizmiştim, evden çıkar, sola döner, ilk sağa girer, yüz metre yürüyüp solumdaki sitenin bahçesinden -kapısı kapalıysa çitlerinden atlayarak- caddeye çıkardım.

Liseye geçeceğim senenin sonunda ev bakmalar başlamıştı. GERÇEK bir evden bahsediyorlardı, her ay aidat ve bir miktar daha para değil, bir sefer satın aldıktan sonra yalnızca aidat domalacağımız, sevimli bir ev. Bizim evimiz. Yerin iki kat altında bir ev ve ulaşmak için köyün içinden dağa çıkmanız gereken bir implant bir yaşam alanı gibi başarısız denemelerin sonunda bir evimiz olmuştu. Beyaz boyalı, beşinci katta bir apartman dairesi. Karşısında otoyol vardı ve muazzam havadar bir yerdi, arkasındaki arazide mevsimlik çobanlar ve koyunları olurdu. Ama dediğim gibi, bizim evimizdi, artık bilinçli bir ergen olduğum için taşınma günümüzde odama önce müzik setini kurdurup üstünde halı vb olan yatağımda göt içi kadar bir alan açıp uzanırken, bir yandan çalan müzik eşliğinde tavanı izlerken mutluluğa çok yakın bir şey hissediyordum. Kartonpiyer bile vardı evde. BİZİM evimiz. Bizim, balkonu cehennem kadar sıcak olan evimiz ve benim dikdörtgen odam.

Lise hayatımın yarısını o evde geçirdikten sonra gemimizin kaptanını toprağa verdik. Bunun normalde eskisi gibi ev ev gezemeyeceğimiz anlamına geliyor olması lazımdı fakat her zaman dedikleri gibi, yine hiçbir şey sözlük anlamıyla çıkmamıştı karşımıza. Dümenin başı boşaldıktan sonra, küçük bir botla geri zekalı götverenin evine yerleştik.

Yeni 'evimizi' ilk gördüğüm gün ev zaten büsbütün tamamdı. Bir iki kitap gelecekti ve botuyla gelen adamın bizi yanaştırdığı kara parçasında kurulduğumuz, anahtarı takılmış park haldinde bekleyen arabada bir ömür yaşamaya hazırdık. Koskoca bir yaşlılık ve erken boşalmanın evrilip prostat ve göt kanserine dönüşmesiyle gelişen, hastane gibi kokan evlerinde bol bol parası olan paranoyaklarla arkadaşlık ederken sitenin bahçesinde yaşlılar için yapılmış küçük gölgelikleri ve etrafında plastik tabancalarıyla koşturan şımarık çocukları bekleterek yapayalnız geçip sonuca bağlanan, ön görülmüş bir hayat. Sıcak yuva kavramının bağırsaklarına kadar girmiş bir örnek aile hayatı. Geçip giden metro. Bunların yanında biraz da hindistan cevizli el kremi ve erkekler için dildo. İşte buydu yaşanacak ömür.

Kaptanın karısını suçlamak olmaz, asla dil uzatamam, fakat dürüstçe söylemem gerekirse asla bu eve ait olamayacağım, olamam da, çünkü bu saydığım yerlerden hiçbirine ait değildim. Öyle ya da böyle gideceğim. Bahsettiğim ilk ev de küçük ailemizin dördüncü eviydi, yani biz hep hareket halindeydik. Neden mi? Aklından zoru yoktu bu insanların, sadece -bu sefer sözlük anlamıyla- tutunacak tek dalları birbirleriydi, beraber bu şehre gelmiş ve beraber iş yapmışlardı, beraber para kazanmış ve kaybetmişlerdi. Çünkü geminin kaptanı eve girmek bilmezdi, şehrin çok başka yerlerinde sabaha kadar çalışırdı, iş olmadığında da akşama kadar çay içerdi. Hayat buydu, savrulmak, savrulmak ve ufak tefeklere tutunmak parmaklarının ucuyla. Böyleydi normali. Ben yeni doğmuş bir insan yavrusu olarak sahaya çıktıktan sonra da böyle oldu, eve gelindiğinde üç insan birbirini görürdü ve ev dediğimiz şey de aslında buydu, bulunduğumuz yerin pek de bir önemi yoktu.

Beni dünyaya getiren kadın, hep beklerdi. Her gün dönümü beklerdi, yanında ben olurdum, dizinde beni sallar ve beklerdi. Babam ise hep çalışıyordu, çünkü onun küçüklüğünden kalan bir aile geleneği olarak hiç kimse elindeki malı tutmayı beceremezdi ve ailenin her erkeğinin götüne yüklüce bir miktar borç girer, ödenmeden uzun süre içeride kalırdı. Bununla beraber, bir kere alabora oldunuz mu toparlaması onyıllarınızı alırdı, insan kazandığından fazlasını borç olarak öderdi çünkü. Cebindeki paranın beş lira fazlasını borca harca vermeyi kesti mi insan, cebinde iki lirası bile kalsa zengindi. Bu kısmı uzatmayacağım. Gerçekten olan şey neydi biliyor musunuz? Evin gerçek erkeği, küçük oğlunu ve karısını öpmeyi ne kadar sevse de, eve dönmeyi ne kadar beklese de, hep dışarıdaydı. Çünkü varoluşu böyleydi, hayat onun hayatıydı ve gideceği yol tahmin edildiği gibiydi; apaçık belliydi ki ömrünü dışarıda geçirecekti ve dışarıda bir yerlerde ölecekti, onu çok sevdiği oğlu gömecek, karısı bir köşede inanamamazlıkla izleyecekti.

O gittikten sonra farkına varmam zaman almadı: Birlikte mavi kumaştan denize açılabileceğim biricik kadını bulduktan bir süre sonra, olursa evde bekleyen minik kuşa verecektim saf mutluluğu ve o da vakti gelince kanatlarını çırpıp uçacaktı, çünkü benim işim çoktan bitmiş olacaktı. Hoş, şimdiden bitti. Bekleyen çılgın günler, içilen içkiler, başka evlerde uyanmalar ve ne zaman açıldığı belirsiz yaralar ne kadar güzel ve etkileyici olursa olsun, çoktan bitmişti saf mutluluk diye tabir edilen günler. Böylesi yetişkinlik ve cüretkârlığa kalkışmak için zaten güvenli çemberi terk etmiş olmak gerekiyordu. Kariyer, yaşamak ve bütün bu trafikte uçuşan kavganın içinde kendi seyrinde devam eden milyonların bir ferdi olarak, bilmem kaçıncı evimin kapısını açıp içeri girdiğimde dünyası üçümüz kadar olan çocuğu sevecektim. Farkına vardığım kadarıyla insanın mutlu olduğu çocukluğu ardından birer ebeveyn olarak en büyük gayesi kendi çocuğuna geçmişte yaşadığı o ütopik -ve ütopik olduğu kadar kısa olan- mutluluğu yaşatmak ve bunu yaparken güvenli çemberinde oynayan küçük yaratığı izlerken zevk almak oluyor bir anda.

Sana ise gittiğinden beri teşekkür etmemiştim, eve geç geldiğin günlerin sabahında, gökyüzüne bakarken gözlerimin içinde gördüğün mutluluğu ve şu anda olduğum şeyi sana borçluyum, teşekkür ederim. Sen ki beni yarattın ve yıllar geçse de üzerinden, ben yine senin adınla anılacağım.

0 yorum:

Şiâr

16:58 0 Comments

ıslık çalan rüzgar
ve penceremden
bir türlü alıp götüremediği
demirbaş terliklerim,
artık beni güldürmeyen
gülüşlerim,
sırt çevirdiğim eskimiş
geçmişim,
olurken bir iç çekiş
yeryüzünün
tavanına astığınız
yıldızların ışığında,
birikirken çapaklarım;
düşümde bile,
adım gibi bilirim;
varsın sabahına
kapıma vuracak yağmur
damla damla
ıslatıp yüzümü,
uyandırsın beni.
bahsi saçmadır;
siz akacak derken
yanaklarından,
dokunmaz
ellerim,
gözlerim kurur
oracıkta.

kalmadı benim
oturup
halime yanacak
hiç vaktim.
sıcacık
güneşiniz
batmadan,
sözü geçen
verandadan
geçtim
biriktiremedim
bir parça bile
hasretlik.
ömür boyu
anlatmaya
doyamadığınız
koca yalnızlığı,
ben
bir başıma bitirdim.


0 yorum: