10.000 Tane Yırmıh

10:01 0 Comments

(...)

"Peki," dedi adamın küçük kız diye hitap ettiği -aslında küçük kızlıktan sıyrılılalı epey vakit olmasına rağmen bu durumu kendi yaşlı sapkınlığına veren adamın muhattabı- genç kadın adama, "sizi şu anda ne mutlu ederdi?" Ufak bir omuz silkmenin karşılığında, gözlerini ayırmadan:

-Lafı geçiştiresiniz diye sormuyorum bunu Yüce Julius. Soruma cevap verin. Dikkat ettiyseniz saygıdeğer 'siz' kalıbıyla kuruyorum cümlelerimi, dedi.

Adam dört duvar içinde hapsolmuş kıpırtısız havada iyice solmuş sigarasını dudaklarıyla harladı, çıkan dumanı alabildiğine içine çekti. Kendi kendine söylediği yetmiyormuş gibi, küçücük bir kız tarafından düpedüz dalgaya alınmak kendisine koymuştu ama, biliyordu ki elindeki sigaradan ve sokakta yürürken kendini hatırlamasıyla duruşunu dikleştirmekten başka bir şey değildi:

-Ucuz bir genel kültürün mahsulü olmak beni onore etti doğrusu. Saygıdeğer bendenizin sürekli yerdiği fakat parçası olduğu bu tekdüzeliği önlemek adına hiçbir şey yapamayışı ancak bu kadar güzel özetlenebilirdi. Alkışlarım senin için.

"Hayır" idi kızın cevabı, kısa ve öz, "kendi ayak parmaklarınızı görmekten aciz olmanıza rağmen içinizde bir yerlerde, gizlice, bir gün gökyüzünde biz basit insancıkları görmezden gelebileceğiniz bir yere oturup hiçbir şey için kaygılanmanıza gerek kalmayacağınıza inanıyor oluşunuz alkışlanacak kısım. Kahraman olmanız için illa birilerinin imparatorluğunu mu yakması gerekiyor? Hoş, kostümünüz ödünç alındı, kahraman da değilsiniz ya."

Küçük kızın haklı olduğu bir nokta vardı. Julius'un varoluşu gereği dile getirildiğinde karşı çıkamadığı şeylerdi kendine çoktan itiraf etmiş oldukları; herkes gibi Julius'da kendine ağlardı ve en iyi kendisi bilirdi zayıflıklarını. Kaybettiği bunca yılın yanında kazandığı anılar, öylece durup bakmaktan keyif aldığı sanatlı şeyler, heyecanla giriştiği işlerin eskide kaldığı yetmezmiş gibi yanında bunca yılı da götürdüğü için kendinden geç doğmuş -kendinden öncesini yaşayan insanlara kırgınlıkla karışık nefretle bakmaktan kendini alamazdı. Kendisine mutlu olduğu vakitleri sorduğunuz zaman ise -doğal olarak- geçmişten bahsederdi, bunca karmaşanın arasında elleriyle tutamadığına emin olduğu ömrünün gölgede kalmış kısmına bakar ve iç çekerdi, ironik olan ise hayatı böyle gözlerle gören bir adam olan Julius en çok da ömrünün ilk dördününü henüz tamamlayan insanlara öykünürdü. Yaşayıp bitirdiği gençliği bugün yaşayanlara yaptığı 'masumiyet' yakıştırmasının altında müthiş bir kıskançlık yatıyordu. Ona kalsa hiç yaşlanmamalı, ömrünün her geçen günü gerek fiziksel gerek zihinsel olarak daha da ilerlemeliydi. -Tam olarak bu yüzden- Yine ona kalırsa insan doğduğu an bitmişti.

-Beni geriye götüren şey ne biliyor musun küçüğüm? Gözlerine baktıkça biliyorum ki, bu dünyada benim için yeni hiçbir şey kalmamış. Hiçbir şey. Gece güzelce bir uyku çekip yeni güne uyanmak gibi şeyleri neden umursamam gerektiğini işte bu yüzden anlamıyorum. Zaten bitirmişim hayatı, ucuna kadar gelmişim. Sonunu tatmak için iyice sıkıp kendimi yormama ne gerek var? Huzuru seviyorum ben. Belki de daha fazla düşünmemeliyim.

Kız ağzını açtı, kaşı kalktı, şaşırdı. Koskoca imparatorun öncelikle prensipleri olmak üzere her şeyini bir kenara bırakıp kendisiyle bu denli açık konuşması onu şaşırtmıştı. İletişimlerinin doğası gereği, kendisi her zaman ulaşılamaz ve sürprizlerle dolu olandı; takındığı mahvolmuş tavırlara rağmen kıskanılacak derecede şanslı ve başarılı olan ise ihtiyardı. Tam o an cümlelerini karıştırmış olan kız, iki parmağını göğüslerinin arasından aşağı sürüdü, suflörlük için biçilmiş kaftanlardı.

"İyi de, siz olmaktan vazgeçtiğiniz sizliğinizi seçmemiştiniz ki" ,dedi kız nihayet, "sizin seçtiğiniz şey varınızı yoğunuzu masaya bırakıp çıkıp gitmekti. Fakat, yalnızca iyi niyetinizi düşündüğümden, elinize güvenmiyorsanız böyle fevri bir karar almamanızı öneririm."

Yarısı konuşma çizgisi, yarısı iki tırnakla gelişen böylesi diyaloğu böylece kestirip atmasına izin vermezdi Julius, ki ekledi:

-Belki dünyanın bütün bilgeliğine ve en sağlıklı karar verme mekanizmasına sahip olmayabilirim ama dünyanın tamamını görmüşüm gibi konuşmuyorum. Ya da, şaşırtıcı derecede sizin yaptığınıza benzer bir şekilde, filizlenmiş düşüncelerinin gövdesi bir kazığa henüz sarılan bir kız gibi kişisel temizliğimden önce duru ve kesinlikle hatasız aklımı önemsemiyorum. Bu da bir şeydir.

-Her zaman saldırgan olmak zorunda değilsiniz, imparator. Ben sizin istediğin kadar sizinim, biliyorsunuz. Sizi burada bırakıp gitmek istesem dahi, kudretiniz benim gibi basit bir kızın altından kalkabileceğinden çok daha fazla. Yine de gelin görün ki, yaz geldi sayılır, havalar ısındı, sıcacık oldu; bir yıl oldu neredeyse -neredeyse'si fazla- ve siz girdiğiniz kabinden hâlâ çıkamadınız. İşinizi görmek için girdiğiniz koca soyunma kabiniyle etrafta dolaşıp yaşayamazsınız imparator. Başından beri sizdiniz, içinizi öylesine boşalttınız ki konuşurken ses tellerinizi titreten şeyin ağzınızdan giren rüzgar olduğunu düşünmeye başladım. Ben size bakan bir ikinci şahsım, üçüncü olmayışımın sebebi hep sizinle oluşum. Sadık bir rüyayımdır, imparator Julius.

Büyülü bir zamanlamayla esip geçen rüzgar, şatoyu yarım dakika sessizliğe boğacaktı.

-"Neredesin ey özlediğim günler? Bak, bütün ömrümü seni aramaya adadım."

"Yine de" ,dedi genç kız, "boşa harcanmış bir ömür demem ben buna. Ya da varolmaya başladığı an bitmiş bir ömür. Bütün bu düşünceler sizi ucuz hiççiliğe itiyor, ki bu türden bir felsefe de lise sıralarında hiçbir şeyi düşünmek zorunda olmayan kızlarla yapılıyor. Kendinize acıyacaksanız, ne kadar sefil bir yaradılışa sahip oluşunuza değil, ne kadar sefil bir şeyi oynadığınıza acıyın."

(...)

Utku Aktaş

Bu benim blogum!.

0 yorum: